15 Mayıs 2013 Çarşamba

OĞUZLARIN İSYANI-1: OĞUZLARIN TOPLU HALDE ANADOLU’YA İLK GÖÇÜ

OĞUZLARIN İSYANI-1: OĞUZLARIN TOPLU HALDE ANADOLU’YA İLK GÖÇÜ: Anadolu’da Türklerin İlk İzlerine Ait Arkeolojik Bir Buluntu İstanbul Üniversitesi A...

OĞUZLARIN TOPLU HALDE ANADOLU’YA İLK GÖÇÜ















































Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK

Anadolu’da Türklerin İlk İzlerine Ait Arkeolojik Bir Buluntu
İstanbul Üniversitesi Arkeoloji elemanları tarafından yapılan kazılarda, Göçebe Türklerin 11. Yüzyıl’a ait ve sağlam durumda şimdiye kadar gelmiş iskeletlerin toprak altından ortaya çıkarılma­sıyla ilgili, NTV Tarih dergisinde yayınlanan, “Amasya Oluz Hö­yük Anadolu’da Öncü Türklerin İlk İzleri” adlı yazısında Şevket Dönmez, diyor ki:
Türklerin Amasya’ya ilk olarak ne zaman geldikleri belli değil­dir. Bununla beraber tarihsel, kültürel ve sosyal boyutlarla konu incelendiği zaman izler 11. Yüzyıl’a çıkıyor. Amasya’daki Türk et­kisi o yüzyılda kendini göstermiş. Bu konuyu ışık tutan Arkeolojik boyut maalesef günümüze kadar ihmal edildiği gibi kimse ta­rafından da düşünülmemiş. Hatta bazı bulgulara tesadüf üzere rast­lansa bile, önemsenmemiş. Bunun nedeniyse o devirde Anadolu’ya gelen Oğuzların, yani Türkmenlerin çok büyük bir kısmının göçebe olması. Yerleşik hayata çok daha sonraları geçmeleri göz önünde bulundurulduğundan söz konusu izlerin niçin, nasıl ve ne olduğu da tatmin edici bir ölçüde araştırılmamış.
Öncü Türkler hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimizden çok az. Yazılı kaynaklara baktığımızda, bunların geliş güzergahları, yaptıkları savaşlar, yaşamları az buçuk tespit edilebilir. Hatta ta­rihsel coğrafi konumları bile. Ancak o kaynaklar konuyu algılama yönünden beklenenlerin çok altında. Bunun yetersizliği ise Arkeo­lojik bulgularla doğru orantılı. Çünkü bugüne kadar o yönde bir kazı bile yapılmamış, yapılmışsa da bulgulara ulaşılamadan yarım bırakılmış. Nedeniyse, Arkeolojinin göçebe toplumlarla değil de, yerleşik toplumlarla ilgilenmesi.
Yerleşiklere ait bulunan mimari kalıntılar, çanak çömlekler, mezarlar onların kültürlerini belirlemektedir. Bunlar onları anlamak ve değerlendirmek açısından önemliydi. Ancak göçebe toplumlar için ele geçirilen bulguların yeterli seviyede olmaması temel sorun olarak karşımıza çıkmakta, tanımlanma güçlüğü nedeniyle arkeoloji ile uğraşan bilim adamlarını düşündürmektedir. Zira göçebelerin mimari yapıları yoktu. Kalıcı olmayan yapı malzemeleriyse doğa ya da insan tahribatıyla kaybolup gitmişti. Onların günlük hayatta kullandıkları araç gereçleri ya hayvan derilerinden ya da ahşap maddelerden meydana getirilmişti ki, bunlar da kalıcı değildi.
Öyleyse onları tanımlayabilecek arkeolojik bulguların elde edi­lebileceği tek yer mezarlıklardır. Buralarda ölü gömme faaliyetleri de gerçekleştirilmiştir. Arkeoloji için o mezarlıklar göçebelerle il­gili buluntuların ele geçirilmesinde tek alandır.
Amasya, kent merkezinden 25 km. güneybatı uzaklıkta, Çeke­rek ırmağının 2 km kuzeyinde bir yerde, Geldingen ovasının batı tarafında Oluz Höyük vardır. Burada 5 yıldan beri Arkeolojik kazı­lar yapılmaktadır. Bölgede 99 mezar bulunmuş, bu mezarlarda İs­lami geleneklere göre gömülmüş kimselere rastlanmıştır. O mezar­lar Helenistik ve Pers dönemi kültür katları üzerindeydi. Yer yer de söz konusu o kültür katları tahrip edilmişti. Bunlar üç seviyeden meydana gelmekteydi.
İlk seviyede bebek ve çocuklar. İkinci seviyede yetişkinler. Bunlar yan bulgular sayesinde tarihlendi. Ölüler basit çukurlara gömülmüştü. Başları batıda, ayakları doğuda, ya kolları bükülüp elleri göbek hizasında kavuşturulmuş, ya da yan taraflarına salınmış bir vaziyetteydi. Yüzleri güneye bakar biçimde, yani kıbleye doğ­ruydu.
En altta yer alan üçüncü seviyedeyse hem çocuklar hem de ye­tişkinler vardı. Bunların yatış ve yön biçimleri birinci ve ikinci se­viyedekilere benzer, yani İslami geleneklere uygun düşmekteydi. Üçüncü seviyedeki ahşap kullanımlar daha belirgindi. Oluz Höyük bu nedenle Anadolu arkeoloji için farklı bir özellik taşımaktadır.
Mezarların her birinin çevresinde kiremitler, yassı taşlar ve yarı işlenmiş moloz taşlar vardı. Bunlar mezarların belirlenmesinde, iç örümünde kullanılmıştı. Kiremitler geç Roma dönemine aitti. Bun­lar başka bir yerden taşınıp buraya getirilmişti. Çünkü Oluz Hö­yük’te Erken Bizans dönemi yerleşimi yoktu. Cenaze sahipleri o kiremitlere yakın mesafede bulunan bir Geç Roma dönemine ait yıkıntıların içinden alıp getirmiş olabilirler. Bu kiremitlerin mezar­larda kullanımı İslam dışı mezar kullanımlardan çok farklıydı. Kimi mezarlarda eğimli yüzey oluşturulmasında, kimi mezarlarda da mezarın örtülmesinde kullanılmıştı.
Höyük’te en dikkat çeken mezar 6 yaşındaki bir iskelet ve ona ait buluntulardır. Bu ceset de İslami usullere göre defnedilmişti. Kulak yanında tunç bir çift tunç küpe, göğüs hizasında da tunçtan yapılmış bir çengelli iğne vardı. Sol kulak küpesi bir halka, sağ ku­lak küpesi ise ona benzer bir halka ve o halkaya takılmış muska benzeri bir şey. Alt kısmı sarkaçları olan delik ve içi boş bir gövde.
Muska şeklindeki gövdede motiflerle süslü bezemeler vardı. Küpe Anadolu’da bir benzeri ele geçirilemeyen ve İslami gelenekte pek olmayan ama, yakın ilişkili bir takı cinsindendi. Çengelli iğ­nenin yüzeyinde yünden iplikle örülerek dokunmuş bir kumaş par­çası vardı. Bu Anadolu’da yakın zamana kadar yerli bezi olarak ta­nımlanan bir kumaş türüydü. Günümüzde de o kumaş türü Anadolu Türkmen köylerinde görülebilir. Bu kumaş türünün ilk şekli Oluz Höyük’te belgelenen bez parçasıydı. O kumaş türüne Türk bezi denilmesi gerekmektedir. Bu tartışmalara açıktır. Kumaş koyun yününden yapılmıştı. Bu ise o bezin, hayvancılığı çok iyi bilen ve yan ürünlerinden de oldukça yararlanabilen insanlar tarafından üretildiği bellidir. Ayrıca bez parçasının varlığı ve iskelet omuzlarının boyna doğru büzülmesi, o cesedin kefenlenmiş olduğunu gösterir. Yatış tarzı, bakış yönü ve kefenlenmesi cesedin bir Müslümana ait olduğunu ama, küpeler ve çengelli iğnenin varlığı ise onun İslami gömü tarzında olmadığını belirler.
Anlaşılıyor ki söz konusu mezarlar 1000 yıl önce burada de­ğildi. Ancak o yüzyılın ortalarında doğru inşa edilmişti. Önce ol­saydı onlara ait yapı izleri ya da taşınabilir bulgu parçaları ele ge­çirilebilirdi. Arkeoloji araştırmaları bunu belirler. Peki, bu insanlar kimdi? Hangi millettendiler? Nerede konaklamışlar, nereden kalkıp da buraya gelmiştiler? Nerelerde bulunmuş ve yaşamıştılar? Bunun tespiti önemlidir.[1]
Değerlendirmeler sonucunda bunların Türk olduğu anlaşılmak­tadır. Müslümandılar, ama yerleşikler gibi değil. Çünkü İslami gö­mü tarzında olmayan buluntulara sahiptiler. Bu da onların İslam öncesi Türk dini ve kültürüne ait izler kaşıdıklarını gösterir. Küpe­ler ve çengelli iğne İslam öncesi Türk kültürüne ait belgelerdir. O kültürü de ancak Oğuzlar, yani Türkmenler uzun süre yaşatmışlar­dır. 11. Yüzyıl’da bu çevrede, yani Sivas, Tokat ve Amasya’da Türkmenler vardır. Onlar konar-göçerlik de yapmaktalardı. Bura­lara yerleşmek amacıyla gelmişlerdi.[2]
Mezarların birinde söz konusu kız çocuğu bulunduğuna göre, o çevreye gelenler asker ya da süvarilerden ziyade sivil Türklerdi. Sivil Türklerin Anadolu’ya ilk girişi ne zamandır? Tabi ki bunların bir kaç aile olması imkansız. Çünkü pek çok ölü var. Demek ki gelenler kitle halindeydiler. Şimdi ilk olarak Türklerin Anadolu’ya bir askeri harekatından bahsettikten sonra, sözü o kitle harekatına getirelim.
Akın var, akın. İçasya’dan geldik. Anadolu’nun fethi yakın
Türkmenlerin ilk olarak 1015-1016 yıllarında Çağrı Bey komu­tasında Horasan’dan yola çıkarak, Şeddatoğulları idaresindeki A­zerbaycan’a geldikleri, buradan Vaspuragan adı verilen Ermenista­n’a girdikleri, daha sonra Van gölünün doğusunu izeyip bu gölün güneyine kadar indikleri, Aras nehriyle Van gölü arasının onların bir nevi akın bölgesi olduğu, o güne kadar bağımsız olarak hüküm süren Ermeni kralların, İmparator İkinci Basil’e başvurdukları ve Bizans vassallığını kabul ettikleri, o arada Türkmenler karşısında zor durumda kalan Ermenilerin bir kısmının Anadolu içlerine nak­ledildiği söylenir. Çağrı Bey, aslında Anadolu’nun doğu kısmına Horasan’dan keşif için gelmişti. O, 1018-1021 yılları arasında da a­kınlarını tekrarladı. Türkmenler Ani’ye saldırmış, Beçni kalesini muhasara etmiştiler. Urfalı Mateos bu olayı şöyle anlatır:
Hıristiyanlar Tanrı’nın hiddetine maruz kaldılar. Ejder öldürücü nefesiyle ortaya çıkmıştı. Kasıp kavuran ateşini saldı. Teslis inancı­na sahip olanlar onun ağzından çıkan alevlerle kavrulmaya başladı. Peygamber kitaplarının temeli sarsılmıştı. Çünkü bu kanatlı ejderha yılanlar gelmiştiler. Bütün Vaspuragan ve çevresindeki bütün Hı­ristiyan memleketleri de ateşe verdiler. Kana susamış yırtıcı cana­varların bu ilk zuhuruydu. İşte, Türkler Ermenilerin yurdu Vas­pu­ragan’a böyle girdiler ve Hıristiyanları olanca güçleriyle kılıçtan geçirmeye başladılar.[3]
Hani, Çiftçioğlu Atsız diyordu ya:
Son haftalarda TRT tarafından yayınlanan bir takvim, aynı 16 devlet masalını tekrarlamak, üstelik 16 devlete 16 uydurma bayrak yakıştırmak bakımından dikkati çekmiştir. [4]
Bu bayraklardan biri de Büyük Selçuklular’ın bayrağıydı. Bir Türk atına binmiş, yayını germiş, kaçıyor, kaçarken de peşindeki­lere ok atıyor. Ama günümüzde Ermenistan adı verilen, o gün de Ermenilerin yaşadığı Vaspuragan’a, ondan sonra Anadolu’ya giren Çağrı Bey’in bayrağı Hunlardan beri Türkler tarafından özenle kullanılan bir bayraktı. O bayrağı Artukoğulları yaptırdıkları med­reselerin ve camilerin kapı tokmaklarına çift başlı ejderha olarak vuracaklardır. Yalnız bu ejderhaların başı kurt başıydı.[5] Ejderha, yabancı dilde dragon tasvirlerine baktığımız zaman bunların başları da kurt başına benziyordu.
Çağrı Bey’in Anadolu içlerine kadar yaptığı bu keşif hareka­tından ve bol ganimetlerle Horasan’a dönmek için yola çıktığından haberdar olan Gazneli Sultan Mahmut, Tus valisi Arslan Cazip’i onu yakalamak için görevlendirdi. Ancak Çağrı bey Horasan’ı ge­çip Maveraünnehir’e, kardeşi Tuğrul Bey’n yanına dönmeye mu­vaffak oldu. O sırada, Selçukluların başında Selçukoğlu Arslan Yabgu vardı.
İbnü’l Esir’in el-Kamil fi’t-Tarih adlı eserine göre Oğuzlar
Yeminüddevle (denen Gazneli Sultan Mahmut) bu yıl Oğuzlara saldırıp her birini çeşitli yerlere dağıttı. Çünkü onların bozgunculuk yaptıklarını haber almıştı. Bunlar Türk Selçuk’un oğlu Arslan Yab­gu’nun adamlarıydılar. Buhara kırsalında ikamet ediyorlardı.
Gazneli Sultan Mahmut, (Ceyhun adlı) nehri geçip Buhara’ya yaklaştı. Bunun üzerine (Karahanlıların Buhara emiri) Ali Tekin, ondan korkarak kaçtı. Gazneli Sultan Mahmut, (anlaşmak için ha­ber gönderdiği) Arslan Yabgu yanına gelince, (sözünde durmayıp) onu yakalattı. Kurtulması mümkün olmasın diye Hindistan’daki kalelerden birine göndererek hapsetti. Arslan Yabgu’nun obası o­lanlardan habersizdi. Gazneli Sultan Mahmut onların üstüne asker gönderip bir kısmını öldürttü. Diğer bir kısmı kaçarak Horasan’a vardılar. Onlar burada etrafa saldırarak yağmacılık yapmaya başla­mışlardı. Gazneli Sultan Mahmut, asker saldı. Bir kısmı esir alındı, kalanlar Horasan’dan uzaklaştırıldı.
Oğuzlardan 2000 çadır halk İsfehan’a vardı. Gazneli Sultan Mahmut, onları burada da rahat bırakacak gibi değildi. İsfehan va­lisi İbni Kakaveyh Alaüddevleye mektup yazarak, talimat verdi.
Demişti ki:
Büyük bir ziyafet hazırlığı yapacaksın. Sonra Oğuzları bu ziya­fete davet edeceksin. Onları bir hileyle ortadan kaldıracaksın. Bunu yapmak senin için herhalde zor değil.
Alaüddevle, Oğuzlara naibini gönderdi. Naip, valinin asker is­tihdam edeceğini, tanışmak istediğini, bunun için Oğuzların tama­mına ziyafet verdiğini, gelirlerse beyleriyle anlaşma yaparak, as­kerlerin isimlerini birer birer kaydettireceğini söyledi.
Davet icabet eden Oğuzlar geleceği zaman Deylemliler de bahçede pusuya yattılar. Oğuzlardan pek çok kimse, beyleri en önde saray bahçesine gelme­ye başlamışlardı. Durumdan haberleri yoktu. O arada Alaüddevle’nin bir Türk kölesi gelenleri karşılayanlar içindeydi. Beylerden birinin kulağına eğildi, bunun bir tuzak ol­duğunu söyledi. Oğuzlar geri döndüler. Naip, onların geri dönme­sine engel olmak istediyse de yapamadı. O sırada Deylemli ku­mandanlardan biri Oğuz beylerine kılıcını çekerek saldırdı. Oğuz­lardan biri ok atarak onu öldürdü. Bunun üzerine büyük bir gürültü koptu. Deylemliler pusudan çıkarak saldırdılar. Şehir halkı da on­lara katıldı. Sokakları kan götürdü. Cesetler yerlere yığıldı. Oğuzlar şehirden çıkıp çadırlarını söktüler ve İsfehan’dan ayrıldılar.
Azerbaycan’a gidiyorlardı. Oraya varana kadar geçtikleri her yeri yakıp yıktılar, yağmaladılar. Vahsudan onları çok iyi karşıladı. Onlar buraya yerleştiler.
İsfehan’a gidenlerden çok daha fazla Oğuz Horasan’da kalmıştı. Bunlar Eski Harzem’de bulunan Balcan dağına varmış, otağ kurmuştular. Oradan çevrede bulunan (Kalalıgır, Kuzeyligir, Top­rakkale, Akçagelin, Şahsanem ve Vas adlı) şehir ve kasabalara inip yakıp yıkıyor, yağma yapıyor, insanları öldürüyorlardı. Bunun ü­zerine Gazneli Sultan Mahmut, Tus valisi Arslan Cazib’e emir ve­rip onu Balcan dağındaki Oğuzlar üzerine bir orduyla gönderdi. O­ğuzlar bu saldırıya iki yıl karşı koydular. Arslan Cazip onlarla baş edememişti. Oğuzlar buradan Horasan’a çekilmişlerdi. Bunun üze­rine Gazneli Sultan Mahmut onların üzerine yürüdü. Nişabur’dan Dehistan’a geldi. Oğuzlar Cürcan’a vardılar. Bunun üzerine Gazne­li Sultan Mahmut, ne olduysa onları yakalamak fikrinden vazgeçti. O, başkentine dönerken yolda oğlu Mesut’u Rey şehrine vali olarak tayin etti.
Gazneli Mesut, Rey’e gelir gelmez, araya tanıdık adamlar sokup Oğuzlarla irtibata geçti. Onlardan gelenler oldu. Bunlardan biri de Yağmur Bey’di.
1030 yılında Gazneli Sultan Mahmut vefat edince Yağmur Bey ve Oğuzları Gazneli Sultan Mesut’un yanındaydılar, 6 ay boyunca ondan ayrılmadılar. Hatta onun Gazne’de tahta çıkıp adına hutbe okunmasına da yardım ettiler. Yağmur Bey, bir gün huzura çıkıp, “Müsaade ederseniz diğer Oğuzlar yurtlarına dönüp yerleşsinler” dedi. Sultan Mesut, rahat durmaları şartıyla buna olur dedi..
(Alaüddevle isyan hareketine girişmiş, İsfehan dahil, Hemedan, Kereç’i hakimiyetini ilan etmişti). O sırada, (Gazne’den gönderi­len) Ahmet Yinaltekin adında bir Türk kumandan (Yağmur Bey’in Oğuzlarıyla gitmiş olduğu) Hindistan’da isyan çıkarmış, Gazneliler burada zor durumda kalmıştılar. Sultan Mesut, ordusunu alıp isyanı bastırmak üzere yürüdü. O sırada, (yani 1032 yılında) Sultan Me­sut, ordusunun bir kısmını Taş Ferraş emrine verip Alaüddevle üzerine gönderdi. (Ancak o, Alaüddevle’yle anlaşıp onun elindeki yerlerle yetinme isteğini kabul etti.)
Bu sırada Oğuzların Nişabur’da fenalık çıkardıkları haberi gel­di. Taş Ferraş, ordusu ile buraya gelip Oğuz beylerinden elli kişiyi (1032’de) öldürdü. Yağmur Bey de öldürülenler içindeydi. Taş Ferraş, obaları basılıp öldürülen Oğuz beylerinin kesilmiş el ve a­yaklarını Hindistan’da bulunan Sultan Mesut’a gönderdi.
Taş Ferraş’ın vahşetini gören Oğuzlar onun üzerlerine geldiğini görünce, haber gönderip, kendilerini rahat bırakmasını, burada kal­mayacaklarını, Azerbaycan’a gidip oradaki Oğuz kafilesine katıla­caklarını, yoksa savaşacaklarını söylediler. (Taş Ferraş buna inandı ama, onları bir süre takip ettirdi. Takip edenlerin dönüp gittiklerini gören Oğuzlar Hemedan’a varmadan) yön değiştirip Rey üzerine yürüdüler. (O sırada Oğuzlardan bir kafile de onlara katıldı.) Bun­lara Irak Oğuzları denmektedir. Başlarında Göktaş, Buka, Kızıl, Yağmur (oğlu), Anasıoğlu adlı beyler bulunuyordu. Bunlar (Hora­san’a yakın) Damgan’a vardılar. Şehrin halkı ve askerleri onları i­çeri almak istemedi. Oğuzlar saldırıp girdiler. Şehir halkı kaçıp da­ğa çıktı, saklandı. Oğuzlar buradan yol üzerinde Semnan’a vardılar. Burayı da yağmaladılar. Yol üzerindeki Huvaru’r-Rey, İshakabad ve birçok yeri yağmaladılar. Sonra Rey’e yakın Müşkeveyh’e vardılar. Burayı da yağmaladılar.
Gazneliler Oğuzların yakıp yıkmalarından ve yağmalarından oldukça rahatsız olmuşlardı. Ebu Sehl Hamduni ve Taş Ferraş sa­vaşa hazırlandılar. Sultan Mesut’a, Cürcan ve Taberistan hakimle­rine mektuplar yazıp onları bu durumdan haberdar ettiler ve acil yardım istediler. O arada Taş Ferraş, fillerin desteğinden 3000 ki­şilik süvari (ve geri kalan kısmı piyade) ordusuyla isyancılara ağır bir darbe vurmak üzere yola çıktı. Bunu haber alan Oğuzlar, ka­rılarını, (kızlarını, çocuklarını) ve mallarını bırakıp silahlandılar ve gelen orduyu karşılamak üzere hareket ettiler.
İki taraf karşı karşıya gelmiş, savaşa hazır bir durumdaydı. Taş Ferraş, iri bir file binmişti. Savaş başladı. İlk başta durum Taş Ferraş’ın lehine gelişti. O arada Oğuzlar Kürtlerin reisini esir alıp, boynuna bıçak dayadılar. Bu reis, “Beni öldürmeyin. Adamlarıma emredeyim, şavaşı bırakırlar” dedi. Oğuz beyleri, “Tamam” dediler. Kürt reisi askerlerine bağırdı, “Sava­şırsanız beni öldürürler” dedi. Bunu duyan Kürtler savaşı bırakıp bir kenara çekildiler.
Oğuzlar 5000 kişiyle Taş Ferraş’ın ordusuna saldırdı. Silah bı­rakmayan Kürtler bir anda bozuldular. Taş Ferraş ve 3000 kişilik süvarisi savaşa devam ediyordu. Oğuzlar nasıl ettilerse o iri fili öldürdüler. Bunun üzerine Taş Ferraş yere düştü. Onu bir anda pa­ram parça ettiler. Taş Ferraş’la birlikte pekçok Horasanlı kumandan ve ordunun başkumandanı da öldürüldü.
Oğuzlar geri kalan filleri ve öldürülen askerlerin ağırlıklarını a­lıp Rey üzerine yürüdüler. Ebu Sehl Hamduni buradaydı. Ordusu­nun başına geçmiş, onları bekliyordu.
Savaşa tutuştular.
Ebu Sehl, çekildi, yanındakilerle birlikte Taberek Kalesi’ne sı­ğındı. Oğuzlar şehre girip, her yeri yağma ettiler. Ne varsa aldılar, kimseye bir şey bırakmadılar. Sonra Sehl’in üzerine varıp onunla savaşa tutuştular. O arada Sehl, Yağmur Bey’in kızkardeşinden yiğenini (Kutalmış’ı) ve Oğuzların büyük kumandanlarından birini kalenin surlarından göstererek, çekilmezlerse öldüreceklerini söy­ledi.
Oğuzlar o önemli iki kişiyi kurtarmak için ne kadar aldıkları şey varsa hepsini geri vereceklerini, esirleri serbest bırakacaklarını, üstelik 30.000 dinar da fidye vereceklerini açıkladılar. Ebu Sehl, “Sultanın emri olmadan ikisini bırakmam” dedi.
Oğuzlar kaleden ayrıldıkları sırada Cürcan ordusu yetişti. (Gö­zetlemeye başladılar.) Cürcanlılar Rey’e doğru yola koyuldukla­rında Oğuzlar onların üzerine ani baskın yapıp, Reislerini ve 2000 kişiyi esir aldılar. Geri kalan askerler de mağlup olarak döndüler. Bu olay 427 yılında (1035-1036) meydana gelmişti.[6]
Oğuzlar iki esirin Sultan Mesut’tan cevap gelene kadar öldü­rülmemesi için, Ebu Sehl’in Gazneli topraklarından uzaklaşmaları­nı kabul etmiş, Rey’e değil de, Azerbaycan’a doğru yola koyul­muştular.
Yağmur Bey 1032 yılında öldürüldüğünde Buka ve Göktaş’ın emrinde bulunan Oğuzların bir kısmı o sırada, bunlar 4 bin kadardı, Rey’e gelmiştiler. Humar Taş’ın idaresindelerdi. Onlara Irak Oğuzları, ya da Irak Türkmenleri deniyordu. Çünkü Irak’tan gelmiştiler. Rey’e geldiklerinde Yağmur Bey’in ve Oğuz beylerinin başına gelenlerden haberleri yoktu. O sırada Oğuzların beyi Kızıl Bey, Yağmur’un oğluyla birlikte Balhan bölgesindeydiler. Yağmur Bey’in öcünü almaya and içmişlerdi. Çok geçmeden Rey’de bulunan Oğuzlar da durumu öğrendi. Bunun üzerine Gaznelilere itaatsizlik göstermeye başladılar. Yağmur Bey’in oğlunun Balhan dağlarını mekan tutarak Sultan Mesut’un idaresindeki yerlere saldırıya geçtiklerini 1033 yılının Mart ayında öğrenince geri planda Gaznelilere vurmak için fırsat kollamaya başlamışlardı.
Sultan Mesut, sınır bölgelerini Oğuz saldırılarından korumak için Ali Daye ve Hacip Bilge komutasında askeri kuvvetler gönderdi. Bunlar bir süre Oğuz akınlarını engellediler. Rey’deki Irak Oğuzları da zaman zaman Gaznelilere vurmaya başlamışlardı. Bunu öğrenen Sultan Mesut, Rey şehrinin kethüdası Tahir’e bir mektup yazarak, Oğuzları yoklama bahanesiyle bir araya toplayıp tutuklatmasını istedi. Mektuba, Ebu Sehl Hamdavi emrinde bir askeri kuvveti de çok geçmeden Rey’e göndereceğini ilave etmişti. Ancak Rey’de bulunan Gazneli vezir Ebu Nasr Zevzeni sultanın emrini yerine getiremedi. Çünkü Irak Oğuzlarını kandırmak o kadar kolay değildi. Bu Rey’deki Gazne idaresinin sonu olurdu. Zaten durumun farkına varan Oğuzlar da harekete geçmiştiler. Bunu görünce yağmalanmasına engel olmak için 1000 koyunu sattırıp elden çıkardı. Yıl 1034’tü. O sırada Balhan’daki Kızıl ve Yağmur oğlunun emrindeki kuvvetler de dahil Oğuzlar Horasan’a hakim olmuştular. Merv, Sarahs ve Baverd şehirlerinde bulunan Gazneli kumandanlar ve askerleri kışlalarına kapanmış, duruma seyirci kalmıştılar.
Horasan Divan reisi Suri, Bost şehrinde bulunan Sultan Mesut’a, Oğuzlara Maveraünnehir Karahanlı hükümdarı Ali Tigin’in ve Harzemşah Harun’un yardım edip teşvikte bulunduklarını tespit ettiğini, acele Horasan’a gelmesini haber vermişti.
Sultan Mesut, ordusunu alıp Herat’a, oradan Serahs’a geldi. Onun geldiğini gören Oğuzlar süratle Balhan bölgesine geçici olarak çekildiler. Sultan Mesut, çok geçmeden Maveraünnehir Oğuzlarının Tirmiz ve Kubadiyan taraflarına akınlar düzenlediklerini, Tirmiz valisi Beğ Tekin’i öldürdüklerini haber aldı. Hatta Oğuzlar Merv ve Ferave civarlarında da saldırıya geçmiştiler. Ancak Merv civarındaki Oğuzlar bu bölgenin valisi Anuş Tigin karşısında mağlup olmuşlardı. 200 kadar ölüleri, 24 kadar tutsak edilmiş adamları vardı. Çöle çekilmeyi uygun görmüşlerdi. Bu haberi alan Sultan Mesut  sevindi. Tutsakları istetti. Onların vücutlarını Aralık ayında fillerine ezdirdi. Ferave’deki Oğuzlara karşı Emirahur Piri Abdus emrinde bir kuvvet gönderilmişti. Ancak Sultan Mesut Cürcan’da bulunurken, 1035 yılında Oğuzların Horasan’da bulunduklarını haber aldı. O bu habere çok üzülmüştü. Çünkü bütün Oğuzlar Horasan'da toplanmışlardı.[7]
Gelelim Taberek kalesinde esir kumandanın kim olduğuna:
(1034 yılında) İbni Kakaveyh Alaüddevle Oğuzların Azerbay­can’a gitmek için yola çıktıklarını haber alınca, alelacele askerlerini alıp Rey’e varmış, şehre girmiş, Gaznelilere itaat eder bir şekilde görünmeye başlamış, Ebu Sehl Hamduni’ye ulak gönderip, ne ka­dar mal isterse vereceğini, yine elinde olan yerlerle yetineceğini, yeter ki buna izin verilmesini istemiş ama, Ebu Sehl 3-4 yıldır ikide bir isyan etmesi nedeniyle ona güvenemediğinden gerekli cevabı vermemişti.
Alaüddevle, Azerbaycan’a doğru yola çıkan Oğuzlara haber göndermişti ki, onlara ikta vereceğini söyleyip işbirliğine davet e­decek, böylece Oğuzların desteğini alacak, Ebu Sehl Hamduni’ye karşı durabilecekti. Ancak Oğuzlara haberci erişince, diğerleri gü­venememiş, Kızıl Bey ve 1500 çadırlık Oğuzları onun bu teklifini kabul edip Rey yönüne dönmüştüler.
Alaüddevle, verdiği sözü tutmuş, Oğuzlara bolca ihsanda bu­lunmuş, böylece onlar da onun yanında kalmıştılar, Bir ara Ho­rasanlı kumandanlardan birinin Alaüddevle’ye karşı isyan etmek için Oğuzları kışkırttığı duyulmuş, Alaüddevle o kumandanı tutuk­latıp Taberek Kalesi’ne hapsetmiş, Oğuzlar da bu durumdan çok rahatsız olmuştular. Alaüddevle onları teskin etmek istediyse de hiçbir şey yapamamış, Oğuzlar Rey’den ayrılıp yakıp yıkmaya, yol kesmeye başlamıştılar. (Kızıl Bey Hemedan’a civarında bulunan Oğuzlara kavuşmak için doğru hareket etmişti.) Alaüddevle, Ebu Sehl Hamduni’yle haberleşmiş, Rey meselesini Sultan Mesut’a kayıtsız şartsız itaati ile bir çözüme bağlamıştı.[8]
Başbuğ Azizü’d-devle Kızıl Bey Tuğrul Bey’in ilk veziridir
1037 yılında Oğuzlar Ermenistan’a ulaşmışlardı. Başlarında Buka, Göktaş, Mansur ve Daana adlı beyler vardı. (Kızıl Bey’i Çağrı ve Tuğrul Bey’in yanında Azizüddevle ünvanıyla vezir olarak bırakmıştılar). Onlar yolda pekçok Arap, pekçok Kürt öldürüp ga­nimet topladılar. Urmiye’ye geldiler. Her yeri tahrip ettiler. Dağ­lardaki Kürtlere saldırıp onları da öldürdüler. İki ateş arasında kalan Ermenistan kralı Vatapoğlu, Türklere karşı Romalılarla sulh yaptı. O sırada Oğuzlar Meraga şehrini almışlar, buradaki camiye de yak­mışlar, pekçok kimseyi öldürüp pekçok kimseyi esir almışlardı. Dağlı Kürtler toplanıp geldiler. Oğuzlar çekilmek zorunda kaldı. Onlar Horasan’a dönerek Tus şehrini zaptettiler. Çok insan öldürüp, çok sayıda esir aldılar. Horasan valisi üzerlerine askeri birliklerle geldi ama, mağlup oldu. Bunlar Nişabur’a geldiler. Yağma etmek istiyorlardı. Tuğrul Bey yağmaya karşı çıktı. Çünkü Ramazan ayıydı. O sırada Halife Kaim Bi-emrullah’tan bir elçi gelmiş, yağ­madan sakınmalarını söylemişti. Tuğrul Bey, “Ramazan geçsin, öy­le yağmalarsınız” dedi. Ramazan bitti. Türkmenler yağma yapmak için geldiler. Tuğrul Bey, yine yağmaya izin vermedi. Çağrı Bey, “Kardeşim Ramazan’dan sonra diye söz verdin” dedi. Tuğrul Bey, “Halifeden bir ferman daha geldi. Yağmaya izin yok” dedi. Çağrı Bey, “Ben izin veriyorum” dedi. Tuğrul Bey, eline hançerini aldı, kendine saplamak istedi. Onun eline, koluna yapışıp durdurdular. Çağrı Bey, “Peki, ne yapalım öyleyse” dedi. Tuğrul Bey, “Nişabur halkı 500.000 Zuze verecek” dedi. Anlaştılar.
Tuğrul Bey, halifeye “Köleniz ve tebaanız Mikail oğlu Tuğrul Bey’den…” diye başlayan bir mektup yazdı. Akrabası, yani kızkar­deşinin kocası Kızıl Bey de halifeye, “Köleniz ve veziriniz Yahya oğlu Kızıl’dan…” diyerek cevap yazdı. Ancak Çağrı Bey cevap yazmadı. Tuğrul Bey, (1038 yılında) Nişabur’a girerek Gazneli Sultan Mesut’un tahtına oturdu. Çağrı Bey Serhas’ta, Kızıl Bey de Rey’de (bu şehir alındıktan sonra) kalacaktı.[9]
Oğuzlar iki kola ayrılmıştılar. Buka’nın emrindeki bir kol Rey şehrine hareket etti. Mansur ve Göktaş komutasındaki diğer kol Hemadan’a yürüyüp şehrin kalesini muhasaraya başladılar. Ebu Kalicar buradaydı. Şehir halkının desteğini almıştı. Savaştılar. Her iki taraftan da çok insan öldü. Oğuzlar şehri uzun süre kuşattılar. Kalicar bu duruma daha fazla dayanamadı, Göktaş’a heber gönde­rip anlaşma yaptı, ayrıca onunla akrabalık da kurdu.
Buka’nın emrinde Rey şehri önüne gelen Oğuzlar İbni Kaka­veyh Alaüddevle’ye teslim ol çağrısı yaptılar. O muhasaraya daya­nırım sandı. Fena Hüsrev ve Save hakimi Kamrev de Oğuzlara katılınca ümidini kaybetmeye başladı. 1239 yılı yaz ortasında şehri gizlice terkedip kaçtı. İsfehan’a vardı.
Alaüddevle’nin kendilerine terkettiğini anlayan Reyliler ne ya­pacaklarını bilemiyordular. Çoğu savaşmaktan vazgeçip dağılmıştı. Kalanların da dağılması uzun sürmedi. Oğuzlar Rey şehrine girip yağmaladılar. Kadınları da esir aldılar. Yağma 5 gün boyunca sürdü. Daha önce de Oğuzlar Rey şehrine girip yağma yapmışlardı. Ancak bu seferki korkunç oldu. Rivayet edilir ki, halk camiye bile gidemez olmuştu. Cuma namazı cemaatleri bile 50 kişiyi zor bulu­yordu.
Oğuzlar Rey’e hakim olunca anlaşmayı bozup Kızıl ve adamları hariç, (çünkü (Rey’deydiler) Hemedan’ı muharasara etmeye başladılar. Diğer Oğuzlarla (Vezir Azizüddevle Kızıl’la) da birleş­mişlerdi. Ebu Kalicar mukavemet edeceğini anlayınca şehrin ileri gelenleri ve tüccarlarla birlikte Hemedan’dan bir gece gizlice ay­rılıp Kinkever’e sığınmak zorunda kaldı. Oğuzlar o yıl, 1039 yılın­da Hemedan’a girdiler. Göktaş, Buka ve Kızıl Beyler toplantı yap­tılar. Fena Hüsrev ve Dehlemliler de oradalardı. Hemedan’ı öyle bir yağmalayacaklardı ki, şimdiye kadar böyle bir yağma görülmüş olmayacaktı. Kadınları esir ettiler. Dinever’deki köylere, Esedaba­d’a çete birlikleri gönderdiler. Halk onların bu yağmalarından pe­rişan oldu. Deylemliler Oğuzlardan daha fenaydılar. Dinever haki­mi Ebu’l Feth, Deylemlilerin yağmasına dur deyip onları şehirden çıkardı. Pek çok da esir almıştılar. Oğuzlar durumdan haberdar olup onlara esirleri bırakmaları için elçi gönderdiler. Ebu’l Feth, ancak anlaşma olursa bırakabileceğini söyledi. Bu teklif Oğuzlar ta­rafından kabul edildi.
Daha sonra Hemedan’daki Oğuzlar Ebu Kalicar’a haber gön­derip onunla da anlaşma sağladılar. Hatta gelip işlerinin idaresini bakmasını da ondan istemişlerdi. Ne söylerse, neye karar verirse öyle yapacaktılar. Öyle ki, Oğuzlardan evli ve ailesini yanında bulunan karısını da yanına göndere­cektiler. Ebu Kalicar bu teklifi kabul edip onların yanına geldi. (Bolca içki ve kadın getirmişti. Oğuzları sarhoş ettiler. Onlar eğ­lenirken) adamları bir anda kılıçlarını çekip saldırdı. Böylece O­ğuzların malları da ele geçirildi. Babası Alaüddevle bunu duyunca İsfehan’a bağlı bir dağ kasabasına vardı. Orada bir miktar Oğuz ta­ifesi bulunmaktaydı. (Akşam olunca) Alaüddevle’nin adamları (u­yuyan) Oğuzlara saldırdılar. Onu Deylemliler İsfehan’da bir zafer şenliğiyle karşıladı.
(Yiğit ve mert olan Oğuzlar Arapların hile ve hurdalarına pek alışık değildiler. Ne gelmişse başlarına onlara güvenmeleri yüzün­den gelmişti. Gerçi pek tedbirli davranmamıştılar.) Aynı durumu Vahsudan da uygulamak istedi. Tebriz’de büyük bir ziyafet düzen­ledi. (Bol içki servisi yaptırmış ve dansözler de getirtmişti.) Yeme içme bittikten sonra (sarhoş olan) 30 Oğuz ileri gelenini tutuklattı. Diğer Oğuzlar sarhoştu ama, kavgaya başladılar. Bu sırada ölenler oldu. Olayı haber alan Urmiye’deki Oğuzlar, Musul’a bağlı Hak­kari kasabasına vardılar. Burada Kürtlerle kavgaya tutuştular. Bü­yük bir savaş oldu.
Kürtler mağlup olup kaçtılar. Oğuzlar onların nesi var, nesi yok hepsini ele geçirdiler. Kadınlarını, kızlarını bile aldılar. Kaçan Kürtler sarp dağlara, dar geçitlerdeki kayaların ardına saklanmış­tılar. Ancak Oğuzlar durmadı. Onların üzerine de varıp, saldırdılar. Türklerden kurtuluş yoktu.
Kürtler, geçitlerden, yamaç altlarından geçerlerken Oğuzların üzer­lerine kayalar yuvarladılar. 1000 kadar Oğuz bu kayaların çarp­masıyla yaralandı, ya da öldü. Fırsatı kaçırmayan Kürtler saldırdılar. Yedi Oğuz beyi ve 100 kadar Oğuz esir edildi. Kürtler kendilerinden alınan malların bir kısmını ele geçirdi. Ölen Oğuzların silahlarını da aldı­lar. Yağmaya iştirak eden diğer Oğuzlara saldırmaya cesaret ede­memişlerdi. Onlar ganimetleriyle çekip gittiler.
(Urmiye hakimi) İbni Rebibüddevle, Oğuzların geri kalanını ortadan kaldırmak için peşlerinden asker sevketti, (ama bunlar eli boş döndüler). O sırada Rey’den bir haber geldi.[10] Yıl 432 (1040-1041). Türkmen başbuğu (vezir) Azizüddevle Kızıl ölmüştü.[11] Bu yılda Oğuzlar peşpeşe bir çok felakete maruz kalmıştı. Ama onlar bir an bile yılamadılar. Çünkü peşpeşe gelen bu felaketler Oğuzlar için şafak sökmeden önceki en karanlık anlardı.
Bir de bu olaylara başka bir kaynaktan bakalım: Alaaüddevle, Rey’i terk ettikten sonra İsfehan’a gelmişti. Anasıoğlu’nun komutasındaki Oğuzlar da Rey’den Kazvin’e gelmiştiler. 430 (1037-1038) yılında Anasıoğlu, kendisine karşı çıkan Kazvinlileri yenmiş, bunun üzerine onlardan 7 bin altın haraç almıştı. Bu sırada Urmiye’de Oğuzların başında bulunan Daana, emrindeki kuvvetlerle günümüz Ermenistan’ı olan Vaspuragan’a saldırmış, birçok yeri yağma ve talan ederek pek çok Hıristiyan öldürmüştür. O pek çok esir ve ganimet de el ederek Urmiye’ye dönmüştü.
Urmiye bölgesindeki Ebu’l Heyca Hezebani Azerbaycan hakimi Vahsudan’ın düşmanıydı.  O Kızıl’ın akrabalarından bir Oğuz beyine, bu Daana olacaktır, Urmiye’yi dirlik olarak vermiştir. Ebu’l Heyca, Kürtlerden yardım alarak Oğuzlara karşı durmak istemiş ama, pek çok kayıp vererek çekilmişti. İbnü’l-Esir’in bahsettiği Oğuzlarla Kürtler arasında Hakkari civarlarında meydana gelen savaş budur.
Oğuzlar Urmiye’den 1039 yılında Hemedan üzerine yürümüş, Ebu Kalicar’ın ne kadar malı ve altını var ise hepsini ele geçirmiştiler. Hatta ondan Oğuzlardan hileyle elde ettiği malları da teslim almıştılar. Bu savaşta Rey’den bir kuvvetle gelen Kızıl Bey bile Buka ve Göktaş komutasındaki Oğuzlara destek vermişti.[12]
Oğuzların Anadolu’ya Hakkari’den kitle halinde girmeleri
Tuğrul Bey’in kardeşi İbrahim Yinal, Kızıl’ın cenaze töreni için Rey’e yola çıkmıştı. Oğuzlar onun geldiğini duyunca el-Cibal bölgesini bırakıp 1041 yılında Diyarbakır ve Musul’a doğru yola koyuldular. Çünkü İbrahim Yinal, Rey’e cenaze töreni için gelse bile, Oğuzlara karşı tutumundan vazgeçmezdi. Bu nedenle Rey’e yakın el-Cibal bölgesini terkederek Azerbaycan’a doğru gitmek en doğrusuydu. Onunla aralarında en ufak bir bağ yoktu. Kendileri Tuğrul ve Çağrı Bey’e bağlıydılar. Urmiye’ye gelince kılavuzluk için bir Kürt buldular. O bunları Hakkari’nin güney ucunda ez-Zurvan adlı sarp dağların bir ge­çidinden aşırdı. el-Ceziret İbni Ömer’e gelmiştiler. Buka ve Ana­sıoğlu liderliğinde diğer Oğuz beyleri daha önce geldikleri için Diyarbakır çevresindeydiler. Ka­radağ, Bazepdağ, el-Hasaniye ve Habur’u bunlar tarafından yağ­malandı. O arada Oğuzoğlu Mansur, el-Cezire’nin doğu kısmında kaldı.
Güz zamanıydı. el-Cezire hakimi Süleyman b. Nasrüddevle b. Mervan, Oğuzoğlu Mansur’a adam gönderdi, “Kış geldiğinde, bu­rada herkes Suriye’ye, daha sıcak yere gider. Siz diğer Oğuzlarla beraber gelip bizim kasabalarımızda yaza kadar oturabilirsiniz. Zaten yakında kışlak için hareket edeceğiz. Buraya gel de, size kalacağınız yerleri gösterelim” dedi.
Süleyman, hainlik etmeyi kafasına önceden koymuştu. Tanışıp anlaştılar. Büyük bir ziyafet tertip etti. Mansur bu ziyafete geldi. O daha el-Cezire’nin kapısından girmişti ki, yakalayıp hapsettiler. A­raplar kapıyı kapamıştılar. Mansur’un Oğuzları birkaç saldırı dü­zenlediler ama, nafile. Baktılar burada bir şey yapamayacaklar, çevreye dağıldılar.
Musul hakimi Karvaş olayı haber alınca, bir ordu düzenleyip Oğuzlar üzerine gönderdi. Fenek kalesine hakim el-Beşneviye Kürtleri ve Diyarbakır hakimi Nasrüddevle de adamlarıyla bu or­duya katıldı. Oğuzların peşinden yetiştiler. Onlar ellerindeki gani­met malları iade edeceklerini söyledikleri halde her birinin kılıçtan geçirilmeye başlandığını görünce, ne olursa olsun deyip silahlarına davrandılar, canla başla savaştılar, çok sayıda Arabı yaraladıkları gibi öldürdüler de. Karvaş’ın paniklemesini fırsat bilip çevreye da­ğıldılar.
Oğuzların bir kısmı Nusaybin ve Sincar’a gitmiştiler. Karvaş’ın saldırısını ve Mansur’un esir edilmesini duyunca el-Cezire’ye dö­nerek burayı kuşattılar. Araplar kışı geçirmek için Irak’a gitmişler­di. Oğuzlar Diyarbakır’a gelip bu şehri yakıp yıktılar, yağmaladılar. Pek çok kişiyi de öldürdüler. Bu haberi duyan Nasırüddevle, Sü­leyman’dan Mansur’u teslim aldı. Oğuzlara haber gönderip, eğer şehrinden ayrılırlarsa ne isterlerse o kadar çok mal vereceğini, ayrıca Mansur’u da sağ salim kendilerine teslim edeceğini bildirdi. Oğuzlar bu teklifi kabul ettiler. Mansur geldi. Ancak Nasırüddevle, istenilen malın bir kısmını verdi. Oğuzlar, “Anlaşmamız böyle de­ğildi. Sen bize istediğimizden daha az mal verdin” dediler ve Di­yarbakır çevresinde rastladıkları yerleri yakıp yıkmayı sürdürdüler. Öyle ki Oğuzların bir kısmı Nusaybin, Sincar ve Habur varıp, bu­raları bir defa daha yağmalamaya başladı. Oğuzların diğer kısmı da Arapların Cüheyne ve el-Ferec kabilelerine bağlı kasaba ve köyleri yağmaladı. Karvaş onlardan korktu. Varıp, Musul’a sığındı.
Oğuzların bir kısmı Bik’a’ya giderek Berkaid’de konaklamıştı­lar. Musul emiri Karvaş, gözcülerinden onları haber aldı. Hemen bir askeri birlik hazırlayıp gönderdi. Oğuzlar bunu haber aldılar. Musul üzerine gelmeye başlamışlardı. Korkuya kapılan Karvaş, onlara haber gönderdi. “Merhamet gösterin, bize acıyın” dedi. “Ayrıca size 3000 dinar da veriyim” dedi. Oğuzlar onun bu teklifini kabul etmediler. Arapların ne mal olduklarını anlamışlardı. Karvaş, ikinci defa elçi gönderdi. “Ne isterseniz vereyim. Yeter ki Musul’a dokunmayın” dedi. Oğuzlar 15.000 dinar istediler. Karvaş, kabul etti. Şehir halkını topladı. Durumu anlattı. “Para toplanacak” dedi.
Oğuzlar o sıra Musul’a yakın el-Hasbağ’da konaklamıştılar. Karvaş bir anda karar değiştirdi, şehir halkını topladı, “Bunları mağlup edebiliriz” dedi. Silahlanıp şehirden çıktılar ve Oğuzlara saldırdılar. Bütün gün harp edildi. Sabahleyin tekrar savaş başladı. Oğuzlar yenilecek gibi değildiler. Musul halkı onların karşısında perişan oldu. Ukeyloğlu Karvaş, sarayından çıkıp nehirdeki bir tek­neye bindi ve Musul’dan uzaklaştı (1043 yılı Kasım ya da Aralık ayı).
Oğuzlar şehre girip yağmaladılar. Karvaş’ın sarayını basıp ne kadar malı, mülkü, mücevheri varsa hepsine el koydular. O can korkusundan yanına fazla para, altın, gümüş, hatta pırlantalarını bi­le almaya fırsat bulamadan kaçıp gitmiş, karılarını, kızlarını, cari­yelerini sarayda bırakmıştı.
Karvaş, yanında bir adamla es-Sinn’e varıp yorgunluğunu gi­dermeye başlamıştı. O arada Melik Celalüddevle’ye adam gönderip olanları bildirdi, “Yardımınıza sığındım” dedi. Dübeys b. Mezyed başta olmak üzere, diğer Arap ve Kürt emirlerine de haber göndere­rek, her birinden yardım istedi.
Musul’daki bazı mahalle sakinleri Oğuzlara fazlasıyla mal ve­rerek onların yağmalarından kurtulmuştular. Halk 20.000 dinar para toplamış bunu teslim etmişlerdi. Oğuzlar “Sizde para çok, mal mülk çok, haydi sökülün bakalım” dediler. Onlardan 4.000 dinar daha aldılar. İbni Fergan denen bir adam Oğuzların yanına gelip, “Bu yaptığınız Allah’a, kitaba uymaz” dedi. Ona “Sen şimdi başımıza peygamber mi kesilmek istiyorsun, defol git” dediler.
O sırada, olayın geçtiği yerde Oğuzlardan biri bir Musullu ile kavga edip dövmüş, ayrıca onun bir tutam saçını kesip eline ver­miş, yürüyüp gitmesini işaret etmiş, arkasından da, “Bir daha bu­raya uğrama” diyerek bağırmıştı.
Dövülen Musullunun annesi yüzünü kana boyayıp, oğlunun ke­silen bir tutam saçını eline aldı, kapı kapı dolaşmaya başladı. Ama­cı halkı Oğuzlara karşı kışkırtmaktı. Bire bin katıp kendini acın­dırmaya çalıştı. “Oğlum öldürüldü. İşte saçı. Kızım öldürüldü. (Na­musum kalmadı.)” diyerek herkesin yakasına yapıştı. Oysa oğluna birkaç tokat vurulmuş, onun bir tutam saçı kesilmişti. (Ne kızına kimse bir şey demiş, ne de kadının namusuna dokunmuştular.) Ama kadın, cazgır mı, cazgırdı. 10-15 kişi toplandı. İbni Fergan’ın hap­sedildiği binaya vardılar. O, kendisine git denildiği halde dik­lenmiş, olay çıkarmak istemiş, bu yüzden gözaltına alınmıştı. Kapı­da nöbet bekleyen iki Oğuzu öldürdüler. Binayı da muhasaraya al­dılar. Çatıdaki Oğuzlar bunlara ok atmaya başladı. 5-10 kişi orada öldü.
Haberi alan Musullular burada toplanmaya başladılar. Evin içi­ne girip çatıya çıktılar. İki Oğuzu da orada öldürdüler. Bu arada Musullulardan 5-10 kişi daha ölmüştü. Ölenlerin akrabaları binanın çevresinde toplanıp yürüdüler. 500 kişi varlardı. Onlara katılanlar da oldu. Oğuzların ana birliği el-Hasbağ’daydı. Şehrin içinde ancak 20-30 kadar Oğuz vardı. 4’ü ölmüştü. Kalabalığı durdurmak için onları oklamaya başladılar. Pek çok Musulluyu öldürdüler ama, kendilerinden de ölenler oldu. Ebu Ali Mansur, yani Oğuzoğlu Mansur 7 kişiyle şehirden çıkıp el-Hasbağ’daki Oğuz karargahına vardı. Göktaş, yanında bir Oğuz birliğiyle Musul’dan uzaklaşmıştı. Hemen peşine bir atlı savdılar. O dönüp geldi. 27 Şubat 1044’te Oğuzlar şehre girdiler. Şehir halkı kılıçtan geçirilmeye başlandı. Çok sayıda esir ve gani­met alındı. Musul halkının Oğuzlara isyanı kendilerine çok paha­lıya patladı. 12 gün boyunca ev ev arandılar. İsyana katılan kim varsa hepsi öldürüldü. Ebu Necih Sokağı’na Oğuzlar dokunmadılar. Kalabalık halk kitlesi Emir (Oğuzoğlu) Mansur’a iyilik etmişler, onun ve 7 arkadaşının kurtulmasına yardımcı olmuşlardı. Oğuzlar kendilerine yapılan iyiliği asla unutmazdılar.
Durumdan Melik Celalüddevle b. Buveyh haberdar edildi. Ona olayı başka bir biçimde anlatmıştılar. Oğuzlar uzun bir süredir Mu­sul’daydı. O da hemen eline divit kağıt alıp Tuğrul Bey’e bir mek­tup yazdı. Ayrıca Mervaniler meliki Nasrüddevle de Tuğrul Bey’e bir mektup yazıp, Oğuzlardan şikayetçi oldu.
Tuğrul Bey’in Nasrüddevle’ye cevabı, “Bana ulaşan haberlere göre, adamlarımız ülkene girmiş ve siz de onlara mal verip güzel muamele etmişsiniz. Halbuki sen sınır boylarında oturuyorsun, asıl sana mal vermek lazım ki, kafirlerle çarpışasın”; işte bu oldu. Hatta mektubunda Tuğrul Bey, Oğuzların Mervanilerin ve Musul’un devrik emiri Ukeyloğullarının topraklarından uzaklaştırılmalarını istiyor, Oğuzlar emre uymazlarsa aksi takdirde asker göndereceğini belirtiyordu.
Durum Oğuzoğlu Mansur ve Göktaş’a iletildi. Oğuzlar bunun üzerine Bi­zans’ın doğu topraklarına, oradan da Ermenistan denilen Vaspura­gan üzerine yürüdüler. Geçtikleri her yeri yakıp yıkıyor, yağmalı­yorlardı. Hatta esir bile alıyor, bunları satıyordular. Kadınlar er­keklere nazaran çok para ediyordu.
Tuğrul Bey, Celalüddevle’ye gönderdiği mektupta, “Bu Türk­menler bizim kullarımızdır. Reamız ve tebaamızdırlar. Emrimizi tutarlar, kapımıza hizmet ederlerdi. Ne zaman ki Gazneli Sultan Mahmut’a boyun eğdik, Harzem işini yola koymak için onun da­vetini kabul ettik, karışıklıklar başgösterdi. İşte o zaman bunlar Rey’e vardılar, şehri yağmaladıkları gibi çevreye de hakimiyet tesis etmeye kalktılar. Biz de üzerlerine İbrahim Yinal ile asker gönder­dik. Aman dileyeceklerini, affımıza sığınacaklarını sanmaktaydık. Ancak onlar bizden korktular, kaçıp uzaklaştılar. Ama ne olursa olsun, nereye giderlerse gitsinler biz onları cezalandırmak için varız. Hiç olmazsa şiddetimizi bir az tadsınlar ki akılları başlarına gelsin” diyor, yangına körükle gidiyordu. (Oysa Oğuzların ona sevgileri büyüktü. Demek ki, Tuğrul Bey’in de Gazneli Mah­mut’tan arta kalır bir yönü yoktu. Zerre kadar Arslan Yabgu’ya çekmemiş, onun kadar tebaasını korur olmamıştı.)
Celalüddevle b. Buveyh, ordusunu Oğuzlar üzerine sürmek is­tedi. Ama ordunun büyük çağunluğu Türklerde. Onlar soydaşlarına kılıç çekmek istemediler, bu yüzden Celalüddevle’ye itaat etmedi­ler. Dübeys ise Ukeyloğullarını toplamış, Karvaş’ın yanına gelmiş­ti. Ebu’ş-Şevk ve İbni Verram da yardımcı kuvvet gönderdiler. Yardımcı kuvvetler gelmeden Karvaş, ordusunu alıp Musul üzerine vardı.
Oğuzlar düşmanın geldiğini haber alınca Musul’u bırakıp, Te­lafer ve Bumariye gibi kısmen Türklerin bulunduğu kasabalara çe­kildiler. O sırada Buka ve Anasıoğlu Diyarbakır’daydı. Oğuzlar bu ikisine haber gönderip yardım istediler. Diyarbakır Oğuzları süratle yardıma geldi.
Karvaş onların geldiğini haber alınca korktu. Ancak ordusunu bundan haberdar etmedi. Yoksa askerleri bırakıp kaçarlardı. Acac denilen yerde konakladı. Oğuzlar da el-Ferec’e bağlı Resulayn’da karargah kurdular. Araları iki fersahtı.
Nisan ayında, Ramazan’ın 20. günü başlayan savaşta Oğuzlar galip geldiler. Araplar bozulmuş, çekilmişlerdi. O arada Ebu’ş-Şevk ve İbni Ver­ram’ın yardımcı kuvvetleri arkadan Oğuzlara saldırdı. Oğuzlar bunlara da karşı koydular. (İşte o arada Nasrüddevle, Oğuzların yanına gelmiş, Buka ve Anasıoğlu ile görüşeceğini söylemiş,. Ça­dıra girmiş. Onlara Tuğrul Bey’in kendisine yazmış olduğu mektu­bu göstermiş olabilir. Bu mektubu Halife’nin elçisi Ebu’l-Hasan el-Maverdî’nin Bağdat’a getirdiğini biliyoruz. Herhalde o bu mektubu göstermiştir.) Oğuzlar toparlanıp çekilmeye başladılar. Ukeyloğlu Karvaş, savaşı kazandık diye sevinç çığlıkları atmaya başladı. (De­mek ki böyle olacağını Mervaniler emiri Nasrüddevle’yle ikisi tahmin etmiştiler.)
Karvaş savaş meydanından topladığı ölü Türklerin başını kesip bir tekneye doldurmuş; yola koyulmuş, bunları Bağdat’a varınca meydanda, Halifelik sarayı önünde sergilemek istemişti. Ancak Türk askerlerinin komutanları durumdan haberdar olunca teknenin önünü kesip bir iskeleye yanaştırdılar. Bunların başkomutanı (Arslan el-Bessasiri olacak) as­kerlerine emredip her Oğuzun başını saygıyla almalarını ve kalple­rinin üzerine koymalarını söyledi. Denileni yaptılar. Şehit Oğuzla­rın kesik başlarını dualarla defnettiler. Ukeyloğlu Karvaş ağzını açıp da tek kelime bile itirazda bulunamamıştı.
Musul önlerinden Diyarbakır’a varan Oğuzlar bu şehri bir daha yağmaladılar. Sonra Erzurum’a doğru Bizans topraklarında akın yaptılar. Geçtikleri yeri yakıp yıktılar, yağmaladılar. Bundan sonra yine Ermenistan’a yöneldiler. Burada da yakıp yıktılar, yağmala­dılar.
Karvaş, etraftaki emirlere mektuplar yazıp Oğuzlara karşı ka­zandığı zaferi onlara müjdeliyordu. Urumiye hakimi İbni Rebibüd­devle’ye de o mektuptan geldi. Karvaş’a cevap yazdı. O cevabında, “Tuhaf şey. Ben de anlamadım. Benim ülkemden geçerlerken sayıları 5000 civarındaydı. Seninle savaşırlarken sayıları 30.000 olmuşlar Bu nasıl iş, anlayamadım” dedi. Onun bu cevabını Arap şairleri tersine çevirip nakletmeye başladılar. İbni Şibl de o şairler­den biriydi. “Otuz bindiler. Beş bine düştüler. Mağlup olan Karvaş onlara galip geldi. Besasiri varsın, o kelleleri saygıyla gömsün. Musul’u terkedip gittiler. Bunlara ne oldu, bilmiyorum. Ya öldü­rüldüler, ya da Allah’ın gazabına uğrayıp helak oldular. İşte, O­ğuzların sonu budur. Bir beladan böylece kurtulduk [13] diyordu.
Peki, olanlar hususunda Ebu’l-Farac, Azimi ve Mateos neler diyor
Arapların 434. yılında, 1042’de üs merkezi Tebriz çok şiddetli bir deprem oldu. Bundan Hemedan, İsfehan, çevredeki her yer zarar gördü. Şehrin kalesi, surları yerle bir oldu. Birçok saray yıkıldı. Hatta hamamlar da yıkıldı. 50.000 kadar insan bu depremde can verdi. Tebriz hakimi Vahsudan şehir dışında, çiftliğindeydi. O bu ne­denle kurtuldu. Üstelik bir de yangınlar şehri sardı. Çok bina yerle bir oldu. Bir iki yiyecek dolu çuvalı anca kurtarabilmişti. Yıkıntılar, küller üstüne oturdu, kara kara düşünmeye başladı. Nefis mu­hasebesi yaptı. Oğuzlardan korkmaya başladı.[14] Onlara etmiş ama, ettiğini de bulmuştu. Bu cezayı Vahsudan’a, Ebu Kalicar’a ve Ala­üddevle’ye Allah vermişti. Ancak çabuk vermişti. Bunu Greory E­bu’l Farac Barhebraeus diyor. Azimi Tarihi de Oğuzlar hakkında şunları ifade ediyor:
Türkmenler Buka, Anasıoğlu, Bektaş ve Mansur ilkin Azerbay­can’a, sonra Ermenistan’a girdiler. Bunun üzerine Doğu Romalılar onlara karşı harekete geçti. Türkmenler Ceziretü İbni Ömer ve Meyyafarikin, yani Silvan kalelerini kuşatıp Mervanoğullarından Ahmed’in askerlerini mağlup edip yerleşim birimlerini yağmala­dılar. Daha sonra onlar Amid, yani Diyabakır kalesi önünde Mer­vanoğulları’nın askerini ikinci defa bozguna uğratıp kaleyi kuşat­tılar. Mervanoğulları Dokuzuncu Konstantin’den yardım istedi. Bunun üzerine Bizans imparatoru, vali Kataphan’ı askerleriyle gönderdi. O sırada Mervanoğulları Mansur et-Türki’yi hileyle tutsak ettiler. Yıl 434 (1042-1043). [15]
Evet; bu yazılanlarda bir gerçek payı var, yalan değil. İsterse müellifin biri Suryani olsun. Ama, doğruyu yazmış. Azerbaycan ve Ermenistan’dan bahsedilirken 1040 yılından öncesi söz konusu. O­ğuzlar akın için Anadolu’ya daha önce girmiş olabilirler ama, yer­leşmek için değil. Bu, yani yerleşmek için gelmeleriyse 1040-1041 yıllarından itibaren.
Arap tarihçilerin yazdıkları birbirini tutmaz. Ne yazdıkları belli değil. Akı kara, karayı ak göstermekte ustadırlar. İçlerinde bir İb­nü’l-Esir var. Azimi Tarihi nispeten iyi, ama onda da yanlışlık yok değil. Onlar tarihi yazarlarken kendi anlayışlarına göre yazmışlar. Musul Harbi’nden Azimi Tarihi de bahseder. Buka, Mansur, İsrail ve Bektaş (Göktaş) Resulayn’da, Ramazan ayında Araplarla savaştılar der. Tarih olarak da 435 (1043-1044)ü verir. Olayın geçtiği yıl doğru. Yani böyle bir olay var. Ancak Azimi Tarihi’ni yazan demek ki, Anasıoğlu’nun adını okuyamamış, ya da öyle dinleyerek İsrail yazmış. Bu kadar basit.
Cedrenus’un 601. ve Zonaras’un 2. Cilt 201. sayfalarında O­ğuzların Araplara karşı Güneydoğu Anadolu seferine yer verilmiş, olay başka bir biçimde anlatılmış. Onların ifadelerinde söz konusu olayın kahramanları Oğuz beyleri değil de, Tuğrul Bey’in amcası­oğlu Kutalmış. Arap kavimleri olarak Ukeyliler, Mervaniler yerine Kureyş ve Dübeys isimleri kullanılmış. Kutalmış, Araplara mağlup olmuş ve kaçmış, sonra Vaspurakan valisi Etienne’den geçmek için müsaade istemiş, aralarında meydana gelen savaşta Vali Etienne esir edilmiş, Kutalmış bunu satmak için Tebriz’e götürmüş[16]
Görüldüğü gibi ed-Dulaurier’deki kayıtlar Arap tarihçilerine göre, bir az daha kafadan sıkılmış gibi, olaylar doğru, ama isimler yanlış. Bizanslı valiyle Oğuzlar arasında bir savaş meydana gelmiş, bu savaşın tarihi de 1045.
Mateos diyor ki:
Musul’dan sonra Türkler, bir çok yerde katliam yaparak ilerle­diler. Tunceli ve Elazığ civarlarında bulunan Bagin’e kadar geldi­ler. Tilkum’da Hıristiyanlara dehşet saçtılar, onları öldürdüler. Türkler akınlarında bir çok tutsak alıp Azerbaycan taraflarına gi­derlerken Erciş’e geldiler. Burada Stefan Katapan adlı bir Romalı komutan vardı. O Türkleri durdurdu ve üzerlerine askerleriyle hü­cum etti. Savaş çetin geçti. Türkler Romalı askerlerin bir çoğunu öldürdüler. Stefan Katapan’ı da tutsak aldılar. Her kentine götür­düler. Onu burada öldürdüler. Derisini yüzüp içinde saman doldur­dular. Bunu bir sur kulesinin üstüne astılar. Kumandanın akrabaları geldi. Onun cesedini ve içi saman dolu derisini yüklü para verip aldılar.[17]
Mükremin Halil Yinanç da bunu eserinde nakleder. Ayrıca o İbnü’l-Esir’i, Emir Baybars’ı, Ayni’yi kaynak göstererek, Buka, Anasaoğlu, Oğuzoğlu Mansur ve Göktaş’tan bahsedip, Tuğrul Bey Rey’den Oğuzlara İslam ülkelerinden ayrılmaları, Azerbaycan’a dönüp ora­da yaylak ve kışlak halinde yaşamaları, oradan Bizans’a akın yapa­cak emirlerin kumandası altına girmeleri hakkında bir emir gön­derdi. Bunlar adı geçen Oğuz beyleri altında Tuğrul Bey’in emrine itaat edip Diyarbakır ve el-Cezire bölgesinden Dicle’nin kuzeyine yürüdüler, Murat suyunun geliş istikametini takip ettiler, Bizans’a tabi olan ama, Ermenilerle de meskun kasabalara ve köylere akın yaptılar, sonra Erciş önüne geldiler, demekte, Mateos’un bahsettik­lerine yer vermektedir.
Mükremin Halil Yinanç’ın bu ifadelerinden anladığımız şudur:
Celalüddevle b. Buveyh, Ukeyloğlu Karvaş’a asker gönderme­diğini ama bunu telafi için Tuğrul Bey’den Oğuzlara yazılmış mektubunu da getiren Ebu’l-Hasan el-Maverdî’yi göndermiş olabi­lir. Karvaş, mağlup olacağı zaman onu piyasaya çıkarıp Oğuzların karargahına göndermiştir. Tabi ki, Tuğrul Bey’in emrine itaat eden Oğuzlar da savaş meydanından çekilmişlerdir. Hatta Oğuzlar savaş yerindeki ölülerini gömdükleri halde, onlar Musul önlerinden ay­rıldıktan sonra Karvaş bu mezarları açtırıp ölülerin kafalarını kesip almış da olabilir. Çünkü, Karvaş pek savaş yeteneği olmayan biri. Nasrüddevle de öyle. Keza, Dubeys bile. Bu gibi şeylere Arapların kafası çok çalışır.
Kutalmış, Kızıl Bey vefat edince onun Oğuzlarını alıp Diyar­bakır havalisine gelmiş olabilir. Zaten Buka, Anasıoğlu, Oğuzoğlu Mansur ve Bektaş’ın Oğuzlarının sayısında artış var. Bunu İbni Rebibüddevle’nin Karvaş’a cevabi mektupta görebiliyoruz. Uru­miye’den geçerken Oğuzların sayısı 5000 civarında. Kürtlerle sa­vaşta, 1500 dense de bu abartıdır, orada o kadar fazla adam kay­betmemiş olabilirler. Diyarbakır önlerindeki iki savaşta ve el-Cezi­re’deki savaşlarda da adam kaybetmiş olabilirler… O sırada Kutal­mış komutasındaki diğer Oğuzlar gelmiş, sayıları 30.000’e çık­mıştır. Çünkü Taberek kalesine hapsedilen Kutalmış ve diğer Oğuz ya da Selçuklu kumandan için ya gerekli fidye ödenmiş, Sultan Mesut’un onayını alan Ebu Sehl her ikisini bırakmış, veya Gazne­liler Devleti 1040’da can çekişirken söz konusu kişileri serbest bı­rakmışlardır. Hatta Ebu Sehl Hamduni bile Selçuklulara katılmış olabilir.
Rey’deki Kızıl’a bağlı Oğuzları Kutalmış Bey’le birlikte Bögi alıp getirmiştir. Daana o sırada, Buka, Anasıoğlu, Göktaş ve Oğuzoğlu Mansur'la Güneydoğu Anadolu'ya gitmemiş, Urmiye'de Kızıl Bey'in Oğuzlarını bekliyordu. Bunların da Hakkari'den geçtiklerini haber vermiştik. Kutalmış, Musul civarında Oğuzların bir birliğe komuta etmiş de olabilir.
Greory Ebu’l-Farac, 1042-1045 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’daki olaylardan söz ederek diyor ki:
Tuğrul Bey’in ordusu Nisibis, Maiperkat, Sincar Habur, Amid ve Zirak taraflarına akın düzenleyip buraları yakıp yıktılar, yağ­maladılar ve bu havalinin Bizans valisini de öldürdüler.[18] Bu ordu tabi ki söz konusu Oğuzlardan başkası olamaz.
Diyarbakır, Oğuzların Anadolu’da ilk ikta yerlerinden biri
Tuğrul Bey, Rey’den Azerbaycan’a gelmişti. Türkmenler onun bulunduğu yere vardılar. Başta Buka, Anasıoğlu, Kutalmış ve Bö­gi’yi huzuruna kabul etti. [19] Göktaş ve Oğuzoğlu Mansur, Türk­menlerin başında kaldılar. Eğer beylerine bir şey olur ise, savaşa­caklardı.
Tuğrul Bey;
-"Ben size elçi gönderdim. Siz benim yanıma gelmeyeceğinizi söylediniz, bir şey yapacağımdan, her birinizi cezalandıracağım­dan korktuğunuzu, eğer üzerinize gelirsem daha uzaklara gidece­ğinizi de belirttiniz. Oysa ben sizin hükümdarınızım. Siz Dandane­kan Meydan Muharebesi'nde bana destek verdiniz, kahramanca savaştınız, Selçukoğullarını muzaffer kıldınız. Sağ olun, var olun. Girdiğiniz, yağmaladığınız her şehir ve kasabada benim adıma hutbe de okuttunuz. Yine sağ olun, var olun. Musul’da size gönder­diğim emrime karşı çıkmadınız, çekildiniz. Ayrıca Erciş'te bir Bi­zans askeri kuvvetini de mağlup edip, Bizans valisini yakaladınız. Bunları yapmakla, siz cezayı değil, ödüllendirilmeyi çoktan hak et­tiniz. Amid (Diyarbakır) ve çevre illerin iktasını size verdim. Ayrıca size atlar ve askerler de vereceğim." dedi.
Türkmenler aynı yıl, 1045 yılı Kasım ayında 10 bin süvariyle Diyarbakır'a geldiler. Bu şehrin ikta olarak Buka ve Anasıoğlu'na verildiğini haber alan Nasırüddevle bin Mervan, adamlarını ve askerlerini alarak Silvan'a çekildi. Türkmenler burada bir garnizon kurdular. Çevre il ve kasabalarda da garnizonlar kurmaya başla­mışlardı. Nasırüddevle onlara karşı bazı sinsi politika hesaplarına girip çevre emirlikleri kışkırtmaya başladı. Buka ve Anasıoğlu, Silvan'ı kuşatmak için atlı birliklerle yola çıktılar. Nasır bin Mer­van, kuşatmayı kaldırmaları ve kendisine dokunmamaları karşılı­ğında iki beye 50 bin altın teklif etti. Beyler onun teklifini kabul etmediler.
İbnü’l Azrak’ın tarihinde, bu olayın 1045 yılında meydana geldiği, Nasır bin Mervan'ın Silvan'ı kuşatan iki Türkmen beyini bir gece sarhoş edip birbirine düşürerek, kavga ettirdiği, iki Türkmen beyinin kavga sonucu birbirini bıçaklayıp öldürdüğü; bunun üzerine Nasır bin Mervan'ın askerleriyle kaleden dışarı çıkarak, Türkmenlere ağır bir darbe vurduğu söylenir. Ancak İbn el-Athir Tarihi'nde ise 1047 yılında Buveyhoğullarından Emir Ebu Kali­car'ın Diyarbakır önlerini bir gece geldiği, şehrin Arap halkının da yardımı ile kaleden ordusuyla içeri girdiği, Tuğrul Bey’in adam­larınının kimini öldürüp, kimini de katlettiği belirtilir.[20] İşte Buga, yani Kızılboğa’nın öldürülmesi bu sırada meydana gelmiştir, yani 1045 yılında Silvan önünde değil, 1047’de, Diyarbakır’da.
Urfalı Mateos Vakayinamesi'nde de söz konusu iki Türkmen beyinin birbirlerini öldürdüğü yazılı değildir. Ayrıca “Suriye-Fi­listin Selçuklu Devleti” adlı eserin yazarı Prof. Dr. Ali Sevim de, bu kitabında adı geçen beylerden ve olaylardan bahseder[21] ama, söylenen birbirini öldürme hadisesine yer vermez. Zaten hem Ma­teos[22] hem de Ali Sevim eserlerinde 1062 yıllında meydana gelen olaylardan bahsederlerken, İsulu adında bir Selçuklu komutandan söz ederler, onun ve beraberindeki Salari Horasan ve Cemceme Bey’lerin Ergani'yi, Bagin ve Tulhum'a saldırıp her tarafı yerle bir ettiklerini, sonra Diyarbakır emiri Nasır'ın verdiği kuvvetlerle Dicle ve Fırat havzalarını istila ettiklerini belirtirler. Ali Sevim, İsulu'nun Anasıoğlu olduğunu açık açık belirtir. İşte bu durum da gösteriyor ki, iki Türkmen beyi duello ederek birbirlerini öldürmemişlerdir. Ancak Buka'nın, yani Kızılboğa'nın söz konusu Büvehoğulları baskınında, yani 1047 yılında öldürüldüğünü kabul edebiliriz. Bu baskında Göktaş, ya da Bektaş’a, hatta Oğuzoğlu Mansur'a ne oldu, bilmiyoruz.
İbn el-Athir, İbnü’l Esir’in kendisidir. Bu müellif el-Ezrak’a nazaran daha meşhur ve daha ciddi bir tarihçidir. Peki, el-Azrak’ın olayı çarpıtmaktaki maksadı ne olabilir? Yoksa o, olayın aslını a­raştıracağı yerde söylentilere mi kulak asmıştır. Bu mümkündür. Çünkü söylentiler boşa çıkarılmaz. Belirli bir anafikir vardır. O da aşağılamak, “Görüyor musunuz şu ahmak Türkleri, birbirlerini öl­dürmüşler işte”, ya da “Görüyor musunuz şu ahmak Türkü, nasıl düşünmeden tuzağa düşmüş de, gayya kuyusuna atılmış” demek içindir. Dolayısı ile bunu söyler ve gülerler. Tarih araştırmacıların söz konusu durumu bilmelerinde fayda var. Yoksa birileri öyle yazdı diye gerçeklerin gözardı edilmesi doğru değil.
Erzurum’da, Cemceme Sultan Türbesi bulunmaktadır. Haldun Özkan’ın “Saltuklu Mimarisi” adlı yazısı kaynak olarak gösteri­lerek verilirken Salar-i Horasan ve Cemceme Sultan’ın 1062 yılın­daki akınları[23] söz konusu edilmektedir. Yalnız Erzurum’daki bu türbe ne zaman yapılmış, belli değil.
1062 yılında Tuğrul Bey Azerbaycan ve Erran’a gelerek A­nadolu’da yapılmakta olan askeri harekatı denetledi. Yakuti’den harekâta devam etmesini isteyip, Irak’a döndü. Bunun üzerine Ya­kuti Horasan Saları, Cemcem, İsuli adlı beylerle birlikte Ergani ve çevresine akınlar yaptı. Dicle ve Fırat havzaları Türk akıncılarının nalları altında eziliyordu. Doğu Roma üzerlerine Herve ve Urfa valisi Tavtanos komutasında kuvvetler yolladıysa da, kuvvetler Akıncılar ile temas sağlayamadılar. Bunun üzerine bu kuvvetler Amid (Diyarbakır) kentini kuşattılar. Kenti koruyan kuvvetler, Doğu Roma kuvvetlerini kentin dışında karşıladılar. Yapılan savaşta her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Selçuklu Emiri Hacı Başara, Doğu Roma Urfa valisi Tavtanos öldü.”[24]
Horasan-i Salar, Cemceme ve İsulu Beyler Ergani çevresindeki akından sonra Urfa’ya yürüdüler ve bazı yerleri ele geçirdikten sonra Antakya dükünü mağlup ettiler. Ancak Urfa’yı kuşatmaları başarısızdı. Bu sırada Diyarbakır emiri Nasır Dicle ve Fırat ara­sında yağmalamıştır. Bizans imparatoru Dukas, General Herve’yle Urfa valisi Tavdonos’u kaybedilen yerlerin geri alınması için gö­revlendirdi. O Amid, yani Diyarbakır kalesine saldırmış, bu sırada öldürülmüştür. Horasan-i Salar, 1065 yılında Urfa tarafına yine akında bulunmuş, Celeb’i kuşatıp Diphisar’ı ele geçirmiş, 1066 yılında Urfa’ya bir defa daha akında bulunmuş, esir düşen Bizans kumandanı için 20 bin dinar ödeme bölge halkı ve şehir yönetimi tarafından kabul edilmiştir.[25]
Demek ki Diyarbakır’ın 1063 yılında Türklerin elinde bulundu­ğu doğru olduğu gibi, bu şehir 1066 yılına kadar da Türklerin elin­de. Böyle bir durumda Salar-i Horasan’ın Silvan’da öldürülmesi mümkün olmadığı gibi Diyarbakır’da da öldürülüp kuyuya atılması mümkün değil. Dicle ve Fırat arasında yağmada bulunan Diyar­bakır emiri Nasır, Necmettin Nasır’dır ve Selçukluların egemenli­ğini kabul etmiştir.
Arap tarihçileri sırf Anasıoğlu ve Horasan Saları’yla kalmaz, aynı fitneyi Gümüştekin için de ortaya atarlar, onun 1066 yılında Ahlat’ta silah arkadaşı olan ve beraber fetihlerde bulunduğu Afşin Bey tarafından öldürüldüğünü, Sultan Alparslan’ın ceza verme­sinden korkan Afşin Beyin Batı’ya saldırıya geçtiği, Bizans top­raklarına akınlarda bulunduğunu[26] da ilave ederler. Ancak Sultan Alparslan ile Afşin Bey’in arasında bir mesele geçtiğine şimdiye kadar İbni Ezrak dışında bir tarihçi bile temas etmez. Tabi ki ondan faydalanan Mükremin Halil Yinanç ve Mehmet Altay Köymen konuyu eserlerinde temas edecekler, Alparslan’ın Afşin Bey’i af­fettiğini söyleyeceklerdir. Afşin Bey, 1071’de meydana gelen Ma­lazgirt Meydan Muharebesi’nde Alparslan’ın emrinde olduğu gibi, 1066 ile 1071 yıllara arasındaki akınları da yine Alparslan’ın tali­matıyla yapmıştır.
Gümüştekin, el-Kunduri’nin divitdarlığını yapmıştı. Afşin Bey, Ahmetşah ve birçok Türk beyi onun emrinde Güneydoğu Ana­dolu’ya Alparslan’ın talimatıyla harekete geçmiştiler.[27] Gümüşte­kin’e Candar da derler. Ancak bu Gümüştekin, Melikşah’ın Atabe­kidir. Onun için “Gümüş-Tekin, sarayda sahip olduğu Candarlık ünvanıyla zikredilir [28] denir.
Gümüştekin adı ilk olarak Arslan Besasiri et-Türki’nin öldürülmesi olayında geçer. Tuğrul Bey’in, Besasiri üzerine gönderdiği ku­mandanlar arasında Gümüştekin el-Âmidi adına rastlamaktayız. Daha sonra bu kişi Candar unvanıyla da anılmaya başlayacaktır. Onun Alparslan döneminde de adı geçer. Onun Anadolu fethine gönderilen kumandanlardan biri olduğu muhtemeldir. Gümüştekin Candar’ın 1066-1077 yıllarında Anadolu’da bulunduğuna dair rivayetler vardır. 1077 yılında Artuk Bey, Anadolu’dan çağırılmış, onun yerini de Emir Danişment almış, Amasya’dan Karadeniz sa­hillerine kadar olan yerleri zapt etmiştir. O sıralarda Elcezire’da bulunan Gümüştekin adındaki bir Türk komutanının Urfa, Nizip ve Âmid (Diyarbakır) üzerine yürüyerek Bizans kuvvetlerini bozguna uğrattığı da söylenmektedir. Bu komutanın Sultan Melikşah’ın ko­mutanlarından Gümüştekin Candar olduğu ileri sürülmektedir. An­cak 1077 yılından 1092 yılına kadar onun adına tek bir kere rast­lanılmamaktadır O da Sultan Melikşah’ın 1087 yılında Bağdad’ı ziyaretinde emirler arasında bulunmasıdır. 10 yıl boyunca bir kim­senin adına rastlanmaz mı? Tabi ki bu dikkat çeker. Bağdat’a Me­likşah’ın gelişinde ve Halife Muktedi Biemrullah tarafından karşı­lanışında onun sağ eteğini Gümüştekin Candar’ın sol eteğini Bağ­dat şahnesi Gevherayn’in tuttuğuna dair kayıt vardır. Yine bir ka­yıtta Gümüştekin’in Berkyaruk’u Rey şehrine 1092 yılında götürüp tahta çıkardığı, ikinci kayıtta İsmail b. Yakuti’nin Aksungur ve Bozan Bey tarafında öldürülmesi olayında yer aldığı, üçüncü ka­yıtta ise Tutuş’la olan mücadelede Berkyaruk tarafında 1095 yılın­da yer aldığı, İsfehan’da sultanı korumak isterken öldürüldüğü gö­rülmektedir. [29]
Bunları yazmakta maksadım, Arap tarihçilerine karşı uyanık bulunmamızı belirtmektir. Körü koruna onların yazdıklarını kabul etmek bizi çok yanlışa sürükler. Ben Anasıoğlu; Salari Horasan ve Gümüştekin hakkında söylenenleri verdim, Arap tarihçilerinin ka­sıtlı olarak tarihlerinde yanlış bilgiler verdiklerini belirttim. Aynı bilgi el-Kunduri hakkında da var olabilir. Gümüştekin, el-Kundu­ri’nin divitdarı olarak geçmektedir. Ayrıca ona Gümüştekin Amidi de denmektedir. Bu Amidi onun Diyarbakır çevresinde yer alan O­ğuzların bulunduğuna delalet eder. Çünkü, İsulu Bey’de gördüğü­müz gibi, Türkmenler 1047’de olsun, 1062, 1063, hatta 1066 yılla­rında bile Diyarbakır çevresindelerdi. Kimi zaman onlar 1045-1047 arası, 1063-1066 arası olduğu gibi Diyarbakır’a girmiştiler bile. Onun Amidi ismi buradan gelmektedir.
Taylu Danişment Gazi kimdir? Onun Türkmenlerle irtibatı
Taylu Danişment Gazi 1063’ten beri Selçuklu sultanı Alpars­lan’ın hizmetine girmiş bir Türkmen beyiydi. Cesareti ve yiğitli­ğiyle bu sultanın dikkatini çekmiş, onun en güvenilir komutanları arasında yer almıştı. Malazgirt Meydan Muharebesi’nin kazanıl­masında da büyük rolü vardır. Sultan Alparslan, Taylu Danişment Gazi dahil, diğer Türkmen komutanları da çağırarak onlardan A­nadolu’nun fethedilmesini istemişti. Bunlar Anadolu’ya başarılı a­kınlar düzenlemiş, fethettikleri yerlerde beylikler kurmuşlardır.[30] Hatta Süleymanşah ve kardeşi Mansur tarafından İznik’te Anadolu Selçuklu Devleti 1075’te kurulmuştur.[31] 1059 yılından 1968 yılına kadar Sivas ve Niksar civarlarına Türkler tarafından akınlar yapıl­mış.
Antakya havalisini 1064 yılında istila eden Türkmenler oradan şimale kıvrılarak Danişmendliler tarahinde meşhur olan Ko­mana’ya kadar çıktılar ise de oradan mağlup olarak döndüler. Türk beyleri arasında Anadolu fetihleri ile meşhur olan Afşin bu­rada Bizans taarruzunu durdurdu. Orta Anadolu’ya yayılan Türk­ler, 1067’de Kızılırmak vadisini takiple Kayseri’yi fethettiler[32] de­nilmektedir ki, Bizans kuvvetlerine Amasya ili çevresinde mağlup olan Türkmenlerin başında tahminimiz Taylu Danişment Gazi var­dı. Zaten İsulu ve Cemceme beylerle Fırat havzasında bulunan O­ğuzlar 1063-1064 yıllarında Antakya’ya akında bulunmuşlardı. Bunu da görmüştük.
Kutalmışoğulları Süleyman Şah ile Mansur gibi Taylu Daniş­ment Gazi’nin de Anadolu’ya sürgün edilmiş olduğuna dair bir ri­vayet çok önemlidir. Çünkü o çok şöhretli biriydi. Kavurt isyanının bastırılması ile 1072 yılında Taylu Danişment Gazi’nin öldürülmesi düşünülmüş, ama Nizamülmülk tarafından Kutalmışoğulları gibi onun da Anadolu’ya gönderilmesi tavsiye edilmiştir.[33]
Sultan Alparslan, Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra bu savaşa katılan ünlü komutanlarına Anadolu fethini emretmiş, onlara fethettikleri yerde ikta yetkisi vermişti. O komutanlardan biri de Taylu Danişment Gazidir. O, 1071-1074 arasında Orta Anadolu’ya gelerek burada Danişmentliler adlı bir beylik kurmuştur. Yeşi­lırmak ve Kızılırmak havzalarında bu beyliğin kurulmasından iti­baren 30 yıllık süreç içerisinde Danişmentliler tarafından askeri ve siyasi hakimiyetin yanında Türk kültür hakimiyeti de tesis edildi.[34] Zahirettin Nişaburi’nin Selçukname adlı eserinde, Erzurum’un Saltuk Bey’e, Mardin ve Harput’un Artuk Bey’e, Sivas, Tokat, A­masya ve Kayseri’nin Danişment Gazi’ye, Erzincan, Kemah ve Şe­binkarahisar’ın Mengücek Gazi’ye, Maraş ve Sarız’ın Çavuldur Ça­ka’ya verildiğini belirtmektedir. [35]
Taylu Danişment Gazi, 1084 yılında vefat etmiş, onun yerine oğlu Gümüştekin Danişment Gazi geçmiş, o 1104 yılında ölmüş, yerine Emir Melik Gazi geçmiş, o da 20 yıl Danişmentlilere hük­mettikten sonra 1134 yılında vefat etmiştir.[36] Bu sıralama doğrudur. Çoğu tarihçi Taylu Danişment Gazi’yle Gümüştekin Gazi’yi aynı şahsiyet zanneder. Hatta torunu Melik Gazi’yi bile Taylu Daniş­ment Gazi zannedenler vardır.  Bunlardan biri de Osman Turan’dır. Oysa Taylu Danişment Gazi’nin türbesi Niksar’da, Melik Gazi’nin türbesiyse Kayseri’de, Melik Gazi’dedir.[37] Ancak bir ara, bu 1084-1087 arası olabilir, Danişmentliler Beyliği başında Danişment Ga­zi’nin oğlu İsmail Danişment Bey bulunmuştur.[38] 1084 tarihli Gü­müştekin Gazi adına kesilen bir sikkeden[39] anlaşılıyor ki, İsmail Bey başta bulunsa bile o beyliği Gümüştekin Gazi adına yönetmiş­tir. Herhalde Gümüştekin Gazi o sırada meşguldür. Ya Süleyman Şah’ın emrinde 1084 yılında Antakya fethinde[40] ve 1086’da Halep Seferi’nde[41] bulunmuştur.
Melikşah’ın Bağdat’ta halifeyi ziyaret sırasında, 1087 yılında onun maiyetinde Gümüştekin Candar’ın bulunduğunu görmüştük. Bu Gümüştekin’in Taylu Danişment Gazi’nin oğlu Gümüştekin ol­ma ihtimali vardır. Çünkü İsmail Hakkı Uzunçarşılı da Taylu Da­nişment Gazi’nin oğlu Gümüştekin Gazi’nin Abbasi halifesi Muk­tedi Billah’ın yanında o yıllarda bulunduğunu[42] söylemektedir. Gü­müştekin Gazi’yi, tarihi kayıtlarda Birinci Haçlı Seferi’nde, 1097 yılından itibaren 1101 yılına kadar Kılıçarslan’la işbirliği halinde[43] görmekteyiz. Gümüştekin Candar’ın adının 1092 yılında Berkya­ruk’un Rey şehrinde tahta çıkarılışında, bir de Berkyaruk’un 1095 yılında Sultan Tutuş’la mücadelesinde görmüştük. Onun 1092 ve 1095 yıllarında Rey şehrinde ve Berkyaruk’un yanında olması Gümüştekin Gazi’yle Gümüştekin Candar’ın ayrı kişi olduğunu göstermez. Çünkü Gümüştekin Gazi, Büyük Selçuklulara mesafe bakımından Süleyman Şah’tan daha yakındır, zor günlerde o Büyük Selçuklu başkentine çağırılmış, yerine de kardeşi İsmail Danişment bakmış olabilir. İbnü’l-Esir, Gümüştekin’in Taylu Danişment’in oğlu olduğunu, babasının Oğuzların muallimi bulunduğunu, Sivas ve Malatya’yı alıp beylik yaptığını[44] belirtmektedir.
Et-Türkmani lakabı[45] verilen Danişment Gazi’nin Selçuklularla sihri münasebeti bulunduğu, Süleymanşah’ın dayısının oğlu olduğu söylenir. Bir rivayete göre de, o Melikşah’ın kızkardeşinin oğ­ludur.[46] Bu bilgilere baktığımızda Taylu Danişment et-Türkmani’­nin Selçukoğulları ile kız alıp verme nedeniyle akrabalığı vardır. O, Harzem yani Maveraünnehir’in Buhara yakınlarından, Oğuzlar­dandı.[47] Mikail Bayram’ın Zeki Velidi Togan ve Beyhaki’yi kay­nak göstererek vermiş olduğu bu bilgiyi, yani onun Buharalı olma­sını[48] Mustafa Demir de belirtir.
Danişmentname”de Taylu Danişment Gazi’nin babasının Ali b. Yahya olduğu, bunun cihat yaparken şehit düştüğü söylenir.[49] 1038 Nişabur fethinden bahsederken Tuğrul ve Çağrı Bey’in kız­kardeşinin kocası Kızıl’ın Azizüddevle adıyla vezir, babasının adı­nın da Yahya olduğunu, görmüştük. Ancak Kızıl’ın oğlu’nun adını bilmiyoruz. Onun oğlunun kim olduğunu bilmediğimiz gibi, Yağ­mur’un oğlu’nun adını da bilmiyoruz. Yağmur’un oğlunun, Balkan ya da Balcan dağından Gaznelilere karşı babasının intikamını al­mak için düzenlenen akınlarda bulunduğunu Faruk Sümer’de gör­müştük. Ebu Sehl’in Yağmur’un yiğeni, yani kızkardeşinin oğlunu ve büyük kumandanlardan birini tutuklayıp Taberek kalesine hap­settiğini, Oğuzların da onu serbest bırakılması hususunda 30.000 dinar teklif ettiklerini de görmüştük. Hatta, Alaüddevle’nin Oğuzlar Rey’de bulunurken bir Selçuklu kumandanını tutuklayıp Taberek kalesine hapsettiğini bile görmüştük. Kurtarmak için teklif edilen paranın yüksek olmasına bakılırsa, tutuklanan kumandanın Selçuk­lu yani Han sülalesinden olma ihtimali de var. Diğer tutuklanan kişi, İbnül’-Esir’in belirtmesine göre, Yağmur’un yiğeniydi. Bu Kutalmış olabilir. Yani, o da Selçuklu.
Danişmentliler devrinde, Kayseri’de İbnü’l-Kemal tarafından Anadolu’da kaleme alınmış ilk Türk eseri olma özelliğine sahip “Keşfü’l-Akabe” adlı kitapta, Danişmend Gazi’nin, İsfehan’dan Anadolu’ya gelen bir bilge kişi olduğu[50] söylenir.
Kutalmış’ın Taylu Danişment Gazi’nin damadı ve talebesi ol­duğu, onu el-Kunduri’nin eğittiği, Maturidi ya da Mutezile bir gö­rüşe sahip olduğu da söylenir. Hatta İbnü’l-Esir, Kutalmış’ın felse­fe ve astronomi bilgisine sahip bulunduğunu[51] bile belirtir.
O devir kayıtlarında Taylu Danişment Gazi’nin el-Kunduri gibi Maturidi, hatta Mutezile bir görüşe sahip olduğu, bu nedenle Ni­zamülmük ile arasının hiç de iyi olmadığına dair[52] kayıtlar vardır. Maturdi görüş, bir itikadi görüştür. Medrese tahsili olmayanlar bundan anlamaz. Türkmen beyleri içinde medrese tahsili gören bir el-Kunduri, bir de Taylu Danişment Gazi vardır. Danişmendname, 360 tarihinden itibaren başlar.[53] Osman Turan bu nedenle Daniş­mendname’yi tarihi bir kaynak olarak değerlendirmez.[54] Mükremin Halil Yinanç da bu destanın masal ve hurafe olduğunu söyler.[55] Onları bu kanaate sevkeden şey ise 360 rakamıdır. 360’ın Ay yılı olduğu doğrudur. Ancak bu Hicri ama, bildiğimiz Hicri yıl değil. Ona göre değerlendirmede bulunanlar tabi ki yanılır. Çünkü 971 yılı çıkmaktadır. 360’ı güneş yılına çevirmek için 11’i çıkaralım, 249 kalır. 1104’e eklediğimizde 1453 çıkar. Bu da Danişment­name’nin İstanbul fethiyle eşdeşleşmesi, yani söz konusu fethe bir ruh vermesidir. Çünkü kitap o yıllarda kaleme alınmıştır.
Oluz Höyük’te bulunan 6 ya da 8 yaşındaki kız çocuğu 1064-1065 yıllarında Amasya’da konaklayan Oğuz Türklerine, hatta Taylu Danişment Gazi’ye bağlı Türkmenlere ait olabilir. En yüksek ihtimal budur. Söz konusu Oğuz beyleri içinde Daana adlı bir bey vardır. O da Taylu Danişment Gazi olabilir. Daana, Farsça bir kelimedır. Bilgili, kültürlü, mektep medrese görmüş demektir. Da­nişment kelimesi buradan gelir.


[1] Şevket Dönmez, Amasya Oluz Höyük-Anadolu’da Öncü Türklerin İlk İzleri, NTV Tarih, Sayı 36, Ocak 2012, İstanbul, s. 26-32
[2] Ş. Dönmez, A.g.y., s. 33
[3] Hrant D. Andreasyan,  Urfalı Mateos Vekayi-namesi (952-1136) ve Papaz Gregory’un Zeyli (1136-1162), TTK Yayınları, Ankara 1987, s. 48
[4] Şenay Alsan, Türk mimari Süsleme Sanatlarınad Mitolojik Kaynaklı Hayvan Figürleri (Orta Asya’dan Selçukluya), Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Sanatı Bilim Dalı, İstanbul 2005, s. 198-199
[5] Hüseyin Nihal Atsız, Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar, http://www.nihal-atsiz.com/yazi/16-devlet-masali-ve-uydurma-bayraklar-h-nihal-atsiz.html
[6] İbnü’l Esir (Çev. Dr. Abdülkerim Özaydın), el-Kamil Fi’t-Tarih 9. cilt, Bahar Yayınları, İstanbul 1987, s. 291-294
[7] Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), 5. Baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999, s. 99-100
[8] İbnü’l Esir, A.g.e., s. 294-295
[9] Gregory Ebu’l-Farac (Trc. Ömer Rıza Doğrul), Abu’l-Farac Tarihi Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1987, s. 295-296
[10] İbnü’l Esir, A.g.e., s. 295-298
[11] Prof. Dr. Ali Sevim, Azimi Tarihi, Selçuklular Tarihi İle İlgili Bölümler (H. 430-536=1038/39-1143/44), TTK: Yayınları, Ankara 2006, s. 4.
[12] Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), a.ge., s. 108
[13] İbnü’l-Esir, A.g.e., s. .298-302
[14] G. Abu’l Farac A.g.e., s. 298
[15] A. Sevim, A.g.e., s. 6
[16] H. D. Andreasyan, A.g.e., s. 84
[17] H. D. Andreasyan, A.g.e., s. 84
[18] G. Abu’l Farac A.g.e., s. 300
[19] M. Hrgyinanç, A.g.e., s. 43
[20] M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi: Selçuklular Devri -I- Anadolu'nun Fethi, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1944, s. 43-44. Mükremin Halil Yinalcık'ın bu iki anlatımın birleştirilmesi halinde, gerçeğin meydana çıkacağını söylemesine rağmen, Prof. Dr. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları adlı eserinin ikinci kitabında Anasıoğlu isminden bahsederken (Prof. Dr. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları II Kitap, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul 1999, s. 612 (36) kaynak göstermemesine rağmen anlaşılan yalnız İbni Azrak'ın görüşlerine yer vermiş.
[21] Prof. Dr. Ali Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti, Türk Tarih Kurmu, Ankara 1989, s. 1-3
[22] H. D. Andreasyan, A.g.e., s. 113
[23] Duygu Özdoğan, Başlangıcından Osmanlı Hakimiyetine Kadar Erzurum ve Çevresi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2007, s. 95-96.
[24] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek, 9. Kitap 1030-1100, Selçuklular, s. 83
[25] Muammer Özbebit, 8. Yüzyıldan 15. Yüzyıla Kadar Urfa Şehrinin Siyasi, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Hayatı, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Genel Türk Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa 2006, s. 17.
[26] M. H. Yinanç, A.g.e., s. 60..
[27] M. H. Yinanç, A.g.e., s. 60..
[28] Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen, Alparslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı, PDF, s. 25
[29] Cihan Piyadeoğlu, Büyük Selçuklu Devleti Emîri Atabeg Gümüştekin Cândâr, İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Anabilim Dalı Araştırama Görevlisi, PDF. Türkleronline.
[31] O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971, s. 37
[32] O. Turan, A.g.e., s. 19
[33] O. Turan, A.g.e., s. 113
[34] Doç. Dr. Mustafa Demir, Danişmendli Emareti’nin Kurucuları, Sakarya Üniversitesi. Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, PDF, s. 142
[35] O. Turan, A.g.e., s. 112
[36] M. Demir, A.g.y., s. 143-148
[37] M. Demir, A.g.y., s. 145
[38] M. Demir, A.g.y., s. 145-146.
[39] M. Demir, A.g.y., s. 145
[40] O. Turan, A.g.e., s. 72
[41] O. Turan, A.g.e., s. 73-75
[42] M. Demir, A.g.y., s. 144
[43] O. Turan, A.g.e., s. 134-142
[44] O. Turan, A.g.e., s. 114
[45] M. Demir, A.g.y., s. 143
[46] O. Turan, A.g.e., s. 114
[47] Mikail Bayram, Danişmend Oğulları’nın Dini ve Milli Siyaseti, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, PDF, s. 135
[48] M. Demir, A.g.y., s. 144
[49] O. Turan, A.g.e., s. 120-121
[50] M. Demir, A.g.y., s. 144
[51] Mikail Bayram, Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşuna Etkisi, PDF, s. 5
[52] M. Bayram, Danişmend Oğulları’nın Dini ve Milli Siyaseti, s. 136-137
[53] Dr. Şükrü Akkaya, Kitab-ı Melik Danişmend Gazi-Danişmendname,, PDF, s. 134.
[54] O. Turan, A.g.e., s. 121
[55] M. H. Yinanç, A.g.e., s. 92-93